Serüvenim

 En Güzel Parkur : Kekova Üçağız

Gerçekleştirdiğim ilk trekking, üniversitede öğrenciyken turizm haftasında belediyenin götürdüğü ve Likya Yolu’nun Yanartaş-Olympos arasındaki parkuruydu. O zamanlar arkadaşlarımla lay lay lom geçen o yürüyüş bana çok da trekking yapıyoruz havası vermemişti. Yıllar sonra yaptığım ikinci trekking maceram Sahil Kılınçlı-Kekova arasında oldu. Kaş’a yakın olan ve merkezi ile ortalama 20 km yol bulunan Sahil Kılıçlı köyünde başladı yürüyüş rotamız. Parkur zaman zaman büyük ve küçük taşların arasında olsa da kenarında uçurum olmadığı için bana gayet rahat geldi. Uçurum konusuna neden bu kadar takıldığıma sonraki yazımdan okuyabilirsiniz.

İki yıldır yürüdüğüm en uzun mesafe ev ile Bakırköy sahil arası iken bu sefer kendimi epeyce aşıp 30 bin adım atarak 15 km’lik bir parkur yürüdük. Taşlarda takılıp düşmemek için sürekli önümüze bakarak yol almak zorundaydık. Yaklaşık 30-40 kişi civarındaydık ve tek sıra halinde yol alıyorduk. Yolların bazı bölümlerinde iki kişinin yan yana durması pek mümkün değildi. Herkes kendi hızına göre yol alıyor, ağır yürüyebilenler ise grubun arkasından takip ediyorlardı. 

Mişa Ve Eğlenceli Parkur

Mişa

Parkur boyunca zaman zaman Apollonia Likya Antik Kenti’ne ait olan mezar kalıntılarını gördük. M.Ö. 4. yüzyıla ait olan bu kalıntılar manzaranın en güzelini izliyorlardı. Her ne kadar patika yoldan dolayı başımızı muhteşem manzaraya pek çeviremesek de arada kaçamak bakışlarla anı yakalamaya çalışıyorduk. Grubun en sevimli üyesi Mişa’ydı. Bir İspanyol Cocker olan Mişa, sahibi tarafından bu tarz yürüyüşlere alıştırılmıştı. Şansıma ise parkurun bir bölümünü önümde Mişa ile yürüyordum. Sahibi arkada da olsa o daima sıranın en başına ulaşmaya çalışıyordu. Tek sıra yürümemiz gereken uzun bir bölümde ise öne doğru ilerleyemediği için benim önüme denk gelmişti. Onun o dar ve bazen de kayalıklı yollardan tatlı tatlı atlayışları parkurumu daha da güzelleştiriyordu. 

Bol molalı, şarkılarımla neşelenen güzel bir grup ve harika fotoğraflara sahne olacak bir manzara. Yolculuk öncesi servisi beklerken tanıştığım ve sonrasında da grupta da en anlaşabileceğim insan olduğunu fark ettiğim bir bayan ile tanıştık. Sohbetimiz uyuştuğu için yol boyunca onunla sohbet ettik. Böylece güzel bir trekking dostluğunun da başlangıcını yapmış olduk. 

Kısa Ama Kaliteli Bir Mola

Düz bir arazide başlayan ve deniz manzarası eşliğinde mezar kalıntılarıyla devam eden yürüyüşümüz muhteşem bir koyda verdiğimiz yemek molasıyla taçlandı. Küçük bir işletmeden başka hiçbir şey bulunmayan bu bakir koya hiç bir gezi teknelerinin girmediğini ve buraya ulaşmanın ancak o parkuru yürüyerek olduğunu öğrenince biraz daha mutlu olduk. Tekrar belirtmekte fayda var, o koya gezi tekneleri girmiyor ama özel botlarla ulaşım var. Hatta mola verdiğimiz yerdeki işletme de küçük teknelerle yolcuları Kekova Üçağız iskelesine bırakıyor. 

İşletmenin önünde uzun bir iskele vardı. Herkes yemek yemeden önce iskeleye koşuşturup en güzel fotoğrafı çekme yarışına girdiler. Aslında iskelenin önündeki müthiş manzarayı bende fotoğraflamak istiyordum ama kalabalığı görünce vazgeçtim. Uzun saatlerdir yürümüş, ham olan vücudum aşırı olmasa da yorulmuş, ayaklarım kapalı spor ayakkabının içinde sıcaktan havasız kalmıştı. Tam iskelenin girişinde fotoğraf çekilenlere bakıyordum ki sol taraftan deniz bir anda beni içine çekti. Sadece serinliğiyle değil müthiş manzarası ile de. Havalar henüz pek ısınmadığından denize girmek için hazırlıklı gelmemiştik. Fakat bu ayaklarımı denize sokmayacağım anlamına gelmiyordu. 

Keyif Zamanı

Hiç düşünmeden ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkardım, iskelenin girişinin yan tarafında bulunan ahşap zeminden ayaklarımı sallandırdım. Su soğuktu ama o yorgunluğun üzerine müthiş gelmişti. Bir de önümde uzanan, teknelerin arkasına saklanmış inanılmaz manzara. Artık sandviçimi çıkarma zamanı gelmişti. Keyfime diyecek yoktu. O an içimden “işte bu” dedim. Uzun zaman sonra aradığım gerçek huzur.

Aradan çok geçmemişti ki iskelede fotoğraf seremonisini tamamlayan yürüyüş grubumuzdan bir bayan,

-Kızım ne iyi akıl etmişsin de ayaklarını sokmuşsun suya, dur bir fotoğrafını çekeyim çok tatlı görünüyorsun.

Ardından benim huzurumu fark eden üç bayan sıra ile bana eşlik ettiler. O an dördümüzden hiç birimiz yaşlarımıza, statülerimize veya diğer grup arkadaşlarımızın yargılamalarına takılmadan ayaklarımızı suyun üzerinde çocuklar gibi sallandırdık. Bize özenip cesaret edemeyenler ise fotoğrafımızı çekmekle yetindiler. O sırada annem aradı, onu görüntülü arayıp o an tanıştığım ve beş dakika içerisinde samimi olduğumuz hanımları ve mükemmel manzara ile yaptığım kısa öğünümü gösteriyordum. 

Gün Olur

Kekova’yı yıllarca Zülfü Livaneli’nin “Gün Olur” şarkısında “Yelkovan kuşlarının peşi sıra” olan kıtasını “Kekova kuşlarının peşi sıra” olarak bilirdim. Taa çok sonraları sözlerine baktığım bir vakit öğrenmiştim gerçeği. Ama o benim için daima Kekova kuşlarıydı. Tabii Kekova’ya gittiğimde de tabii ki kafamda o şarkı çalıyordu. 

İşte o iskele

Sandviçimi yemiş, ayaklarım soğuk suda eski sağlığına kavuşmuş ve iskele de boşalmıştı. Artık benim de orada fotoğraf çektirme vaktim gelmişti ama orada hatıra fotoğrafımı çekecek kimse yoktu. Yine de iskelenin en ucuna kadar yürüdüm ve çömelip yere bağdaş kurdum. Sonra sözlerini yanlış bildiğim “Gün Olur” şarkısını “doğru sözleri ile” tek başıma mırıldandım. Hava, deniz, güneş, ortam tam dört dörtlüktü. 

Bir süre sonra aklımdan geçen oldu ve iskeleye doğru grubumuzdan birinin yürüdüğünü fark ettim. Bu kişinin grubumuzun fotoğrafçısı olduğunu fark etmem, fotoğrafın güzelliğini şimdiden garantiliyordu. Birkaç fotoğrafımı çektirdikten sonra iskeleyi ona ve makinesine bırakarak grubun diğer üyelerinin yanına döndüm. 

Parkura tekrar sağda deniz manzarası, önümüzde ise bol taşlı yollardan, manzaranın güzelliğini sadece içgüdü ile soluyarak yolumuza devam ettik. Arada yaptığımız saniyelik kaçamak bakışlar parkurun geri kalanında devamını kafamızda hayal etmek için yeterli oluyordu. Derken Fethiye Likya Yolu tabelalarından birine rastlamıştık. 

Parkurda Likya Yolu ile ilgili öğrendiğim ilginç bir bilgiyi paylaşmak istiyorum. Fethiye’den başlayıp Antalya’ya kadar devam eden bu yol boyunca yürüyüşçülerin rotadan şaşmamaları için taşların üzerine kırmızı- beyaz şerit çizgilerle güzergah işaretlenmiş. Böylece o kırmızı çizgileri gördükçe doğru yolda olduğumuzu anlıyorduk. Fakat yolların bazı bölümlerinde bu çizgilerden hariç yürüyüşçüler de yolu gösteren bazı izler bırakmışlar. Bölgedeki taşları büyükten küçüğe doğru üst üste duracak biçimde dizmişler. Hepsi o kadar sanatsal duruyor ki. Issız bir alandan geçerken senden önce oradan geçmiş kişilere ait izler görmek inanılmaz bir duygu. Kim bilir onu yapan şuan nerede seyahat ediyor. Yaşıyor mu? Tekrar aynı parkur da yürümek istiyor mu? Sorular sorular….

Yalnız Gezginler

Tüm gezginlere selam olsun dedikten sonra parkur da devam ettik. Birkaç kişi önümde bulunan grup üyelerimizden birinin İngilizce olarak gruptan farklı biriyle sohbet ettiğini duydum. Yaklaştığımda onun tek başına Likya Yolu’nu yürüyen Fransız bir adam olduğunu öğrendim. Fakat o ana dair daha unutulmaz olan şey ise grup üyemizin ona sorduğu soru ve gencin şaşırmış ve gülümser bir biçimde verdiği cevabıydı. 

-Why are you traveling alone?  (Neden yalnız seyahat ediyorsun?)

-Because I like it. (Çünkü bundan hoşlanıyorum 🙂 )

İşte bu kadar basitti. O genç, kimi parkurlarının oldukça zorlu olduğu, 535 km’ye sahip bu parkur üzerinde, kimi zaman kamp kurarak, kimi zaman dağ bayır tırmanarak tek başına, hiçbir kimsenin desteğine ihtiyaç duymadan yürüyordu. Bir de üstüne üstlük bundan zevk alıyordu ya da zevk almasını biliyordu da denilebilir. 

Parkur Bitişi Ve Sona Doğru

Kekova Üçağız Limanı

Derken hızlı yürüyenler olarak yürüyeceğimiz parkuru tamamlamış ve iskeleye gelmiştik. Servisin kalkış saatine daha vardı. Arkadaş olduğumuz hanımla ben dışında önde 5 kişi olarak tamamlandı parkur. 15 km yol yürüyerek gün sonunda 30 bin olan adım sayımızın kısmen sonuna yaklaşmıştık. Yorgunduk ama enerjimiz bitmemişti. Doğa, insana inanılmaz bir enerji veriyor. Yol boyunca da doktor hanımdan duyduğum “Nature Vitamin” kavramını öğrenecektim. Doğadan aldığımız güneş, yeşillik, deniz, havadaki bileşenler ve diğer tüm etkenler, yaptığımız yürüyüş sırasında vücudumuzla birleşerek ihtiyacımız olan doğal vitaminleri veriyordu. 

Tüm vitaminlerin birleşimi ile belki de doğanın sunduğu müthiş cazibeden etkilenerek biz keşiflerimize devam ettik. Gruptan geri kalanları bekleyenler banklarda dinlenirken biz iki enerjik belki de bir daha gelemeyeceğimiz (burayı başta farkında olmadan “geleceğimiz” olarak yazmışım, umarım bu bir mesajdır:)) bu yeri keşfetmeye devam ediyorduk. 

Bu bölümü yazdıktan yaklaşık iki hafta sonra Kekova Üçağız Limanı’na tesadüf eseri gittim.

15 Km’lik Parkur Sonunda Bitiş Noktamız

İyi ki de devam etmişiz. Çünkü yürürken detaylı inceleyemediğimiz manzaranın bu sefer karşısından yürüyüş parkur ve denizin öteki tarafına bakıyorduk. O gün Kekova Üçağız Limanı’nda günün en güzel fotoğraflarını yakaladık. Tam gün batımına denk gelen saatler ve güneşin deniz üzerinde kaykılışı, bize ayrılmadan önce günün en güzel hediyesini sundu. Henüz turizm dönemi açılmadığı için sessiz olan çarşısı ve iskelesi ile biten Kekova Üçağız trekking maceramızı da hafızalara kazınacak ve yazıya dökülmeye değer bir şekilde tamamlamış olduk.

Bunlar da hoşunuza gidebilir...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir